Eda Yazıcı
Akropol Müzesi’nde Deneyim Dolu Bir Yolculuk
Güncelleme tarihi: 1 May 2022
Müze denilince çoğumuzun aklına karanlık, yapay aydınlatmayla galerilerin ışıklandırıldığı, eserlerin sıra sıra vitrinler içerisinde sergilendiği ve duvarlara ve vitrinlere iliştirilmiş bilgilendirici yazıların bile çoğu zaman sıradan bir ziyaretçi için anlam ifade etmediği mekanlar geliyor. Yakın zamanda ziyaret ettiğim Akropol Müzesi ise, bütün bu alıştığımız kuralların aksine, ziyaretçilerine bilgilendirmeden ziyade deneyim odaklı bir gezi sunuyor: tıpkı Akropol’e çıktığınızda yaşayacağınız gibi.
Atina Akropol’ü ve akropolün en önemli yapıtı olan Parthenon Tapınağı, büyüleyici bir dünya mirası olmasının yanında Yunanistan için milli bir sembol. Şehrin birçok bölgesinde başınızı kaldırdığınız an karşınıza çıkan ve sizi yüceliğiyle hayran bırakan bu tepe, en basit haliyle 'görkemli' olarak tanımlanabilir. Tepenin eteklerinden başlayıp, yavaş yavaş tırmanırken önce sur duvarlarını, tiyatro ve Dionysos kutsal alanlarını gördükten sonra giriş kapısı Propylon’a varıyorsunuz ve basamaklarında ilerlerken, nefesinizi kesen Parthenon karşınıza çıkıyor. Buradan sonra Parthenon’un hem bu kadar devasa hem de bu kadar özenli, ince işlemeli ve mermerin güzelliğini yansıtan bir yapı olmasına anlam vermekte zorlanıyorsunuz.

İşte bu önemli alanda bulunan eserleri sergilemek adına bir Akropol Müzesi inşa etme fikri, ilk defa 18. Yüzyılda karşımıza çıkıyor ve 1874 yılında hayata geçiriliyor. Tepe’nin eğimine oturtulmuş bu ilk müze, olabildiğince mütevazi ve görünmez. Zamanla yeni bulunan eserleri sergilemek için yetersiz kalan bu müze, 2001 yılında açılan yarışmayı Bernard Tschumi Architects’in kazanması ve inşa sürecinin ardından, 2009 yazında eski müzenin görevini fazlasıyla devralarak kapılarını açıyor.
Yeni müzenin ise kendini gizlemek gibi bir iddiası yok, fakat tasarımı basitlik ve sadelik üzerine kurulmuş. Kolayca fark ediliyor, fakat şehrin siluetinde yükselmemeyi ve Akropol ’den rol çalmamayı başarıyor. Brüt beton duvarlar, cam cepheler ve devasa sütunlar ve mermerin oluşturduğu kompozisyon, içeride göründüğünden çok daha fazlasını yaşattığını söylercesine, görkemli saçağıyla ziyaretçileri içeri davet ediyor.


Akropol ’de geçirilen zaman nasıl bir deneyim yaşatıyorsa ve mimarlık-arkeolojiyle ilgilensin veya ilgilenmesin gördükleri anlamlı geliyorsa, müzede de aynı amaç geçerli. Müze’nin ana girişi, Akropol bilet gişesinin tam karşısında yer alıyor, caddeden birkaç basamak inip galeri boşluğundan sergilenen kazı alanını izleyerek görkemli saçağın altında sıranızın gelmesini bekliyorsunuz. Biletinizi alıp içeri girdiğinizde, Akropol’ün Yunanların ataları Mikenlerin döneminden başlayarak Hristiyanlığın egemen olduğu ana kadar geçirdiği değişimleri gösteren maketler karşılıyor sizi. Maketlere baktıktan sonra ise, ilk galeri karşınıza çıkıyor: Atina Akropolü ’nün Etekleri. Tıpkı Akropol’ e tırmanırmış gibi eğimli bir rampa üzerinde ilerlerken, duvarda, yolunuzun ortasında hatta döşemenin içinde sergilenen eserleri izleyerek ilerliyorsunuz.
Biraz daha dikkatli bakarsanız, saydam döşemenin altında kazıyı gezmekte olanları görebiliyorsunuz, ya da başınızı biraz daha yukarı kaldırdığınızda, alışılan müze vitrinlerinden çok daha yüksekte sergilenen eserleri fark ediyorsunuz. Bu galeri, sergilenen seramikler, kandiller ve çeşitli günlük hayat eşyalarıyla dönemin Atina’sında yaşamdan kesitler sunuyor.


Sonra basamaklar sizi, Akropol ‘de bulunan yapıların ev sahipliği yaptığı mimari eserler, heykeller ve daha küçük buluntuların kronolojik olarak sergilendiği galeriye
taşıyor. Basamaklardan çıkıp dönüp
arkanıza bakarsanız, galeri boşluklarıyla çevrili bir mekânda olduğunuzu ve
az sonra daha yakından inceleyeceğiniz Karyatidler’i görebiliyorsunuz. İlerlemeye devam ettiğinizde ise müzenin devasa
beton kolonları arasına özenle yerleştirilmiş buluntular sizi sergilenen dönemi
yaşamaya davet ediyor ve cepheden sızan güneş ve yüksek tavan ise, alışılan müzelerin aksine açık havada olduğunuz hissini veriyor.

Bu galeride ilerlerken, karşınıza yeniden bir merdiven çıkıyor, ilerleyin, çünkü sırada Atina’nın altın çağı ve sembolü Parthenon’un en parlak zamanını yaşatan Parthenon galerisi var. Bir zamanlar tapınağın alınlığında, yerden çok yüksekte sergilenen devasa frizler, bu galeride yeniden hakkettikleri şekilde konumlandırılmışlar, ziyaretçiler tıpkı bir zamanlar yaptıkları gibi başlarını yukarı kaldırarak bu eserleri inceliyor. Galeri, frizleri izlemek için size çevresini takip ettiren bir rota sunarken, cam cephenin tüm ihtişamıyla sunduğu Parthenon’u izliyorsunuz.


Başladığınız yere geri döndüğünüzde sizi karşılayan iniş merdivenleri, Akropol’ ü ve tarihçesini anlatan galeriye ziyaretçileri geri taşıyor ve Akropol’ ün bir diğer önemli yapısı Erectheion’u incelemeye başlıyorsunuz ve rotanız sizi bu yapının meşhur sütunları olan Karyatidler’e taşıyor. Sütunların sergilendiği galeri boşluklarıyla çevrili bu alan, brüt beton duvarlar, tavandaki döşemeden sızan güneş ve eserlerle birleşince, müzenin ne kadar sade fakat anlamlı olduğunu yeniden hissediyorsunuz. Rota daha sonra sizi, galeri boşluğundan dönem galerisine geri taşıyor ve bu galeride tarih çizelgesine uygun bir şekilde ilerleyerek, başladığınız noktaya, sizi Akropol ’ün eteklerine geri taşıyacak olan basamaklara ulaşıyorsunuz.
Akropol Müzesi, Antik Dünya’nın en önemli simgelerinden birini temsil etmek gibi zor bir görevi devralıyor ve tıpkı onun gibi, sadeliğine rağmen hissettirdikleriyle hayran bırakıyor.
Kaynakça:
https://www.archdaily.com/61898/new-acropolis-museum-bernard-tschumi-architects
https://www.archaeology.wiki/blog/2012/12/17/the-old-acropolis-museum/